Howard Marks Makaleleri Serisi 2025-5: Ekonomi Yasalarının Rafa Kaldırılması Hakkında Daha Fazlası
Herkese selamlar.
Serbest piyasa ekonomisi, insan doğasının eğilimlerine uygun biçimde işler.
Arz ve talep, teşvik ve ödül, kaynakların verimli dağılımı gibi ilkeler adeta doğa yasası gibidir.
Ancak hükümetler zaman zaman bu yasaları göz ardı ederek adaleti sağlamak ya da seçmen memnuniyetini sürdürmek amacıyla müdahalelerde bulunabilir.
Peki bu müdahaleler ne kadar etkili, hatta ne kadar tehlikelidir? Sonuçları ne olur?
Howard Marks bu sene yayınladığı dördüncü makalesinde bunu sorulara cevap arıyor.
Hadi başlayalım.
Ekonomi Yasalarının Kaldırılması Hakkında Daha Fazlası
Geçtiğimiz Eylül ayında, “Ekonomi Yasalarını İptal Edelim mi?” başlıklı bir makale yazmıştım. Bu makalede, ekonomileri kendi kurallarıyla işleyen canlı organizmalara benzetmiştim. Bunlardan en bilineni arz ve talep yasasıdır: Genelde, bir ürün ucuzladıkça insanlar daha çok alır; fiyat yükseldikçe üretim de artar. Bir diğeri de teşviklerle ilgilidir: Genel olarak, insanlar kaynaklarını (emekleri gibi) en iyi şekilde ödüllendirilecekleri faaliyetlere yönlendirirler. Bu tür kurallar basittir; anlamak için ekonomist olmaya gerek yoktur. Çünkü bunlar, insan doğasına dayanır.
Ancak hükümetler bazen serbest piyasanın üreteceğinden farklı sonuçlar ister. Bu amaçla, ekonomi yasalarını geçersiz kılmak için tasarlanmış kurallar ve düzenlemeleri yürürlüğe koyarlar. Bazı hükümetler sosyalizmi veya komünizmi benimseyecek kadar ileri giderek, hükümet emirlerinin ekonomi yasalarının yerine geçtiği ekonomiler yaratırlar.
Kira Kontrolü
Eylül ayındaki makalemde yazdığım başlıca örnek kira kontrolüydü. Dairelere olan talep arzı aştığında, kiraların artması doğaldır. Bu artış belki de sonunda belirli bir yerde yaşayan insanların bunu karşılamaya devam edemeyeceği noktaya kadar gelebilir. Ancak seçilmiş yetkililer genellikle mahalleleri korumak isterler. Seçmenlerinin bölgelerindeki daireleri kiralamaya devam edebilmelerini ve daha fazla ödeyebilenlere evlerini kaptırmamalarını isterler. Seçmenlerine verdikleri hizmetin bu yönünü yerine getirmek için kira artışlarını sınırlayan yasalar çıkarırlar. Böylece, normalde o bölgede yaşamaya gücü yetmeyen insanlar da orada kalabilir. Kiracıların mutluluğu bölgedeki seçilmiş kişileri de mutlu eder, çünkü mutlu seçmenler genellikle görevdeki kişilere oy verirler.
Ancak bu durumdan herkes mutlu olmaz. Ev sahipleri, serbest piyasada talep edebilecekleri tam kirayı talep edemedikleri için mutsuz olurlar, bu yüzden konuta yatırım yapmayı bırakırlar. Bazen bunları piyasadan çekerler. Yeni daireler inşa etmekle ilgilenen geliştiriciler, yeterli getiri elde edemeyecekleri endişesiyle bunu yapmaktan kaçınırlar. Ayrıca, o bölgede yaşamak isteyen ve piyasada oluşan kirayı ödeyebilen ancak piyasada değerinin altında kira ödeyen kişiler tarafından işgal edildikleri için boş daire bulamayan kişiler de mutsuzdur.
Bu durumda en az iki yanlış şey var. Birincisi, hükümetlerin serbest piyasanın bunu yapmasına izin vermek yerine kazananları ve kaybedenleri seçmesidir. Kira kontrolü durumunda, dairelerde oturan kişiler (ve potansiyel olarak oy verenler) kazanırlar, ancak ev sahipleri, müteahhitler ve daire arayan kişiler kaybederler. Kira kontrolünü yürürlüğe koyan seçilmiş yetkililer, yalnızca mevcut sakinler için adalet sağlamaya çalıştıklarını söyleyeceklerdir, ancak açıkça başkalarına haksızlık ederler.
Ayrıca, toplumun geneli için olumsuz etkileri vardır. Kira kontrollü dairelerde yaşayan kiracılar çok değerli bir varlığa yani kelepir fiyattan konuta sahip olurlar. Ancak bu varlığı paraya çevirmenin bir yolu yoktur; yalnızca orada yaşamaya devam ederek fayda sağlarlar. Bu da, kiracıların daha az taşınmasına ve dolayısıyla hem kendileri hem de toplum genelinde hareketliliğin azalmasına yol açar. Kira kontrolü ayrıca mevcut konutların yenilenmesini ve yeni konutların inşa edilmesini de engeller, bu nedenle konut stoğu hem durum hem de miktar açısından toplumun ihtiyaçlarını karşılayamaz. Başka bir deyişle, hükümetler ev sahiplerinin daireleri için talep edebilecekleri kiraları sınırlayabilir, ancak geliştiricilere yeni daireler inşa ettiremezler. Bu gibi şeyler genel toplumsal refahı azaltabilir ve kaynakların en üretken oldukları yerde kullanılmasını engelleyebilir.
Kaliforniya’da Yangın Sigortası
Ne yazık ki, bu yılın başlarında, Güney Kaliforniya orman yangınlarının ardından, ekonomi yasalarını hiçe saymanın ekonomik sonuçlarına tanık olduk. Yangınlar Pacific Palisades ve Altadena mahallelerini yok ettiğinde, bir düzine Oaktree çalışanı da dahil olmak üzere binlerce kişi evlerini kaybetti. Hayatlarının her yönden ciddi şekilde etkilenmesinin yanı sıra, birçoğu son derece olumsuz mali sonuçlarla karşı karşıya kaldı. Bunun nedeni, çoğu kişinin sigortasız veya yetersiz sigortalı olması ve bunun da çoğunlukla Kaliforniya sigorta düzenleyici kurumlarının aldığı önlemler sonucu olmasıdır.
Kaliforniya hükümeti, genel olarak yüksek düzeyde aktivizme ve özellikle ekonomik konularda müdahaleye eğilimli olan Demokrat partinin sıkı kontrolü altında. Özellikle, Demokratlar eyalet meclisinde büyük çoğunluğa sahip oldukları ve potansiyel Cumhuriyetçi rakiplerinden pek korkmadıkları için, Demokrat seçilmiş yetkililerin yasa çıkarmak veya koltuklarını korumak için davranışlarını yumuşatmaları gerek kalmıyor. Ayrıca hükümet, tıpkı Kaliforniya’da da yoğun olan kira kontrolüne verilen destek gibi, şirketlerin ev sahiplerine yangın sigortası için talep edebileceği primleri sınırlayarak yardım etmeye çalıştı.
Zamanın bir göstergesi olarak, yeni (ve yapay zeka destekli) editör asistanım Perplexity’nin arka planı anlatmasına izin vereceğim. Formatı basitleştirdim ve vurgu ekledim, ancak tek bir kelimeyi değiştirmedim. Aşağıda tırnak içinde yer alan paragraflar, bir veya iki saatte üretebileceğim şeye oldukça yakın:
“2025’teki yıkıcı yangınlardan önce, Kaliforniya’nın yangın sigortası pazarı zaten düzenleyici kısıtlamalar, sigortacıların çekilmesi ve artan orman yangını riskinin bir kombinasyonu tarafından şekillendirilen bir kriz halindeydi.
Sigortacıların orman yangını riski için oranlar belirlemek üzere ileriye dönük felaket modelleri kullanmaları yasaktı. Bunun yerine, oranlarını önceki 20 yıldaki tarihsel ortalama kayıplara dayandırmaları yasa gereği zorunluydu. Orman yangınları daha sık ve şiddetli hale geldikçe bu yaklaşım giderek daha sorunlu hale geldi ve tarihsel verileri gelecekteki riskin zayıf bir göstergesi haline getirdi. Yönetmelikler ayrıca sigortacıların artan reasürans maliyetlerini yansıtacak şekilde primleri artırmasını engelledi ve bu da poliçelerin gerçek riske göre fiyatlandırma yeteneklerini daha da sınırladı.
Büyük sigortacılar Kaliforniya pazarından çekilmeye veya yangına eğilimli bölgelerde yeni poliçe kesmeyi bırakmaya başladı. Chubb 2021’de yüksek değerli evler için yeni poliçe yazmayı bıraktı, Allstate 2022’de onu takip etti ve eyaletin en büyük ev sigortacısı olan State Farm 2023’te yeni poliçe kesmeyi bıraktı. 2024’te State Farm, 2025 yangınlarından sadece aylar önce Pacific Palisades ve Altadena gibi yüksek riskli bölgelerdeki binlercesi de dahil olmak üzere eyalet çapında 70.000’den fazla poliçe için yenilememe kararı aldığını duyurdu. Tokio Marine America ve yan kuruluşları da dahil olmak üzere diğer sigortacılar da 2024’te pazardan çekildi.
Poliçelerini tutmayı başaran ev sahipleri genellikle önemli prim artışlarıyla karşı karşıya kaldı. Örneğin, bazılarının yıllık primleri 4.500 dolardan 18.000 dolara çıktı. Sonuç olarak, birçok mülk sahibi ya sigorta kapsamını kaybetti ya da mülklerini sigortalatmaya mali olarak gücü yetmedi. Bu da yaygın bir sigortasızlığa yol açtı. 2025 yangınları sırasında, etkilenen mülklerin dörtte birinden azı yangına karşı sigortalıydı.
Son çare sigorta seçeneği olarak tasarlanan devlet destekli FAIR Planı, özel sigortacıların çekilmesiyle başvurularda artış gördü. Ancak, FAIR Planı kapsamı sınırlı ve özel sigortadan daha pahalıydı. Bunların yanında, genellikle yeterli korumayı sağlamak için ek poliçeler gerektiriyordu. FAIR Planı’nın orman yangını riskine maruziyetinin önemli ölçüde artması, bir başka felaket yangın sezonu durumunda ödeme gücü konusunda endişelere yol açtı.
Kaliforniya yasası, ilan edilen bir olağanüstü halin etkilediği bölgelerde konut sigorta poliçelerinin yenilenmemesi ve iptali için zorunlu bir yıllık moratoryum getirdi. Bu koruma, büyük orman yangınlarından sonra da uygulandı ancak sigortacıların bu tür acil durumlar ilan edilmeden önce poliçeleri geri çekmesini veya yenilemeyi reddetmesini engellemedi.
Oran değişiklikleri için düzenleyici onay süreci giderek yavaşladı ve onay için ortalama süre 157 günden (2013-2019) 293 güne (2020-2022) çıktı. Bu gecikme sigortacıların hayal kırıklığına uğramasına sebep olurken ve piyasa istikrarsızlığına sebep oldu.”
Perplexity’nin belirttiği gibi, sigortacılara orman yangınlarının sıklığı ve şiddetindeki artışları yansıtacak şekilde yangın poliçeleri fiyatlandıramayacakları söylendi. Benzer şekilde, reasürörlerinin artan sıklık ve şiddete dayalı olarak talep ettiği daha yüksek primleri yansıtacak şekilde fiyatları da arttıramıyorlardı.
5 milyon dolarlık bir evin belirli bir yılda yanma olasılığı %1 ise ve sigorta düzenleyicisi bir yangın poliçesi için yılda yalnızca 25.000 dolar talep edebileceğinizi söylüyorsa, ne yaparsınız? (Not: Perplexity’nin bana sigorta şirketinin bu poliçe için beklenen 50.000 dolarlık bir ödemeyle karşı karşıya olduğunu söylemesine ihtiyacım yoktu: 5 milyon doların %1’i.) Cevap basit: O poliçeyi kesmezsiniz.
Buradaki ders, kira kontrolündekiyle aynı ancak yangın felaketi yüzünden çok daha açık bir şekilde ortaya çıkarılmış durumdadır. Kiralarda olduğu gibi, sigortacıların prim olarak talep edebileceği fiyatı sınırlayabilirsiniz ancak onları o fiyattan poliçe kesmeye zorlayamazsınız. Bu durumda, hükümetin serbest piyasa dışı bir çözümü uygulamaya koyma çabası birçok kişinin sigortaya erişimini engelledi ve sonuç olarak binlerce kişinin acı çekmesine sebep oldu.
Başka Bir Şey? Ah Evet: Peki Ya Tarifeler?
Bu, ana konuma, yani tarifelere giden iki buçuk sayfalık bir önsözdü. 2 Nisan’daki “Kurtuluş Günü”nden bu yana bunları düşünmek için iki ay geçirdiğimiz için, kapsamlı bir tartışmaya girişeceğim (ve ayrıca nesnel ve apolitik kalmaya çalışacağım).
Öncelikle, tarife nedir? Merriam-Webster’a göre, “bir hükümet tarafından ithal edilen veya bazı ülkelerde ihraç edilen mallara uygulanan bir çeşit gümrük vergisidir.” Yani bir çeşit vergidir. İhracatçı şirket, ihracatçı ülke veya ithalatçı şirket, yalnızca ürünü ithal ettikleri ülkedeki pazar paylarını korumak için para harcamaya istekliyse, tarifenin bir kısmını veya tamamını ödemeyi seçebilir. Aksi takdirde, tarife, son tüketici tarafından fiyat artışı şeklinde ödenir.
ABD neden tarifeleri artırıyor? Başkan Trump’ın gümrük vergisi yanlısı duruşunun nedeni, şüphesiz mallardaki negatif ticaret dengemizin (ithalatımızın ihracatımızı aştığı miktar – 2024’te 1,2 trilyon dolar) yabancı ülkelerin bizi kazıkladığının kanıtı olduğuna dair uzun zamandır devam eden inancıdır. Onun dediği gibi, “ticarette günde 5 milyar dolar kaybediyoruz.” Uluslararası ticaretin kendi başına bir kazık olmadığı konusundaki ısrarımı bir kenara bırakacağım – ihracatçı ülke parayı, ithalatçı ülke de istediği malları aldığı için kelimenin tam anlamıyla adil bir ticarettir. Ayrıca ABD’nin 2024’te hizmetlerdeki, gelişmiş ülkelerin satmaya meyilli olduğu finansal, iletişim ve bilgi hizmetleri ve fikri mülkiyetten oluşan 290 milyar dolarlık pozitif ticaret dengesini de göz ardı edeceğim.
Gümrük vergilerinin amacı nedir? 9 Nisan’daKimse Bilmiyor (Yine) isimli makalemde, Başkan Trump’ın bunları yürürlüğe koymasındaki hedeflerini şu şekilde tahmin ettim:
- ABD üretimini desteklemek,
- İthalatı caydırmak,
- İhracatı teşvik etmek,
- Ticaret açığımızı küçültmek veya ortadan kaldırmak,
- Yurtiçi üretim yoluyla tedarik zincirlerini daha güvenli ve dayanıklı hale getirmek,
- ABD’ye yönelik haksız ticaret uygulamalarını caydırmak,
- Diğer ülkeleri müzakere masasına oturmaya zorlamak,
- ABD Hazinesine gelir yaratmak.
Daha önce de yazdığım gibi, bu sekiz hedefin her biri kendi başına arzu edilir ve tarifelerin getirmesi gereken bir şeydir. Esasen, ithal malların maliyetini artırmak – tarifelerin yaptığı şey tam da budur – tüm bu yönlere ulaşmak için doğrudan yapılmış bir hamledir. Ekonomideki en önemli soru ise başka ne gibi yan etkilerin olabileceğidir.
Ticaret hakkında bir giriş için bir dakika konudan uzaklaşmama izin verin. Aralarında duvar olan iki ülke olduğunu varsayalım. Ülke A’da işçiler saatte 100 dolar kazanıyor ve bir araba 50.000 dolara mal oluyor. Ülke B’de işçiler saatte 50 dolar kazanırken aynı arabanın fiyatının 35.000 dolar olduğunu düşünün. İki ülke arasında ticaret olmadığı için her şey yolunda ve güzeldir. Ancak duvar yıkılırsa, girişimci bir iş insanı arabaları B ülkesinden A ülkesine gönderecek ve orada 36.000 dolara (taşıma için 1.000 dolar ekleyerek) peynir ekmek gibi satılacaklardır. Ekonomistlerin dengesizlik olarak adlandırdığı son derece eşitsiz ücretler ve fiyatlar, emek ve mallar gibi şeyler hareketliyse devam edemez. Bu ticaretin işlemesidir. Dolayısıyla, zamanla işçiler daha yüksek ücretler için B ülkesinden A ülkesine taşınacaktır. Bu, A ülkesindeki ücretlerin düşmesine (daha fazla işçi mevcut) ve B ülkesindeki ücretlerin artmasına (daha az işçi mevcut) ve sonunda ülkesindeki arabalarının artık daha ucuz olmamasına neden olacaktır. Tarifeler yukarıda belirtilen duvar gibidir. Yabancı rekabeti engeller ve yerli üreticilerin ürünlerini daha kalitesiz ve avantajsız olsalar bile satmalarını sağlar.
Yukarıda listelenen ilk iki hedefi başardığımızı varsayalım, ikisi de “korumacılık” olarak adlandırılan şeyin öngörülebilir sonuçları arasındadır, çünkü tarifeler yerel endüstrileri yurtdışından gelen işgalcilerden korur. İthalatlar, tarifeler tarafından daha pahalı hale getirilirse – veya ticaret engelleri tarafından tamamen yasaklanırsa – yerel üreticiler ithalat ile maruz kaldıkları rekabet azalır. Bu, yerel üreticiler ve çalışanları için iyidir, ancak başka ne olur? Birincisi, fiyatlar yükselebilir; yerel üreticilerin daha yüksek ithalat fiyatları şemsiyesi altında fiyatları artırdığına dair raporlar zaten var. İkincisi, ithalatla rekabet etmek zorunda olmadıkları için düşük kaliteli ürünler üretmeye başlayabilirler. Üçüncüsü, yabancı ülkelerdeki düşük ücretli işçilerden gelen rekabet konusunda endişelenmeleri gerekmediği için, yerel işçiler güçlü işçi sendikaları kurabilir ve yüksek ücretler talep edebilir, bu da yerel malların maliyetini daha da artırır. Bu nedenle, tüketiciler ithalat kısıtlanmamış olsaydı ödeyeceklerinden daha fazla ödeme yaparlar ve yerel üreticiler küresel olarak rekabet edemez hale gelebileceğinden ihracat hacmi düşebilir.
ABD’nin Gümrük Vergilerini Arttırması Haklı mı?
Çocukluğumda, “yabancı araba” ifadesi neredeyse bir tezattı. İlk iki Volkswagen 1949’da Amerika’ya geldi. O yıl ithal edilen yaklaşık 7.500 araba arasındaydılar ve ABD’de satılan tüm arabaların yalnızca %0,03’ünü temsil ediyorlardı. Ancak 2024’e geldiğimizde, Beyaz Saray’ın mart ayında yayınladığı bir bilgi notuna göre, ABD’de satılan 16 milyon aracın yarısı ithaldi ve bunların arasında 500.000 Volkswagen vardı (usimportdata.com). Neden?
Yabancı üreticilerin başarısının kalite, mühendislik ve pazarlama gibi birçok nedeni vardı, ancak ana nedenlerden bazıları tüketicilerin ABD’de üretilen arabaların yabancı arabalardan daha pahalı olduğu ancak buna karşılık gelen şekilde daha iyi olmadığı sonucuna varmasıydı. (İlk arabam olan Oldsmobile Cutlass, 1965’te 3.200 dolara mal oldu ve bir Volkswagen Beetle bunun sadece yarısı kadardı.) ABD’li otomobil işçileri, Almanya veya Japonya’da ödenen ücretlerden daha yüksek ücretler talep edebiliyorlardı ve ayrıca 2008’de araç başına 1.900 dolar olduğu söylenen, ömür boyu sağlık hizmeti de dahil olmak üzere benzersiz bir yan hak paketi elde ediyorlardı. Bu, muazzam bir rekabet yüküne sebep oluyordu. ABD’de üretilen otomobillerin satışları, uluslararası ticaretin yükselişi ithalatı kıyılarımıza getirene kadar hızlıydı. Bu noktadan sonra ithalat, daha yüksek maliyet yapıları ve eski ürünleriyle Büyük Üç ABD otomobil üreticisini ekonomik gerçekler ile baş başa bıraktı. (Volkswagen’in ABD pazarına girme başarısının Alman hükümetinin sübvansiyonlarıyla desteklendiği de belirtelim.)
Sonuç, yerel üreticiler için satış kaybı ve üretimin denizaşırı ülkelere taşınmasıydı. Bu önlenebilir miydi? Yalnızca ABD’li işçiler diğer ülkelerdeki işçilere ödenen ücretlerle karşılaştırılabilir ücretlerde çalışmaya istekli olsaydı belki. Aksi takdirde, işlerin yabancı ülkelere kayması muhtemelen kaçınılmazdı. Tabii ki ABD otomobil üreticileri, kaliteyi iyileştirerek veya üretkenliği artırarak bu yeni yabancı rekabete karşılık verebilirlerdi, ancak uzun vadede daha yüksek maliyet yapılarını telafi etmeleri pek olası değil.
İngiliz ekonomi tarihçisi Niall Ferguson, yeni tarifeler yürürlüğe girdikten hemen sonra 10 Nisan’da mükemmel bir podcast çekti ve şöyle dedi:
“18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyıla ve 20. yüzyıla kadar sanayileşen her ekonomi, kişi başına düşen GSYİH 40.000 dolara ulaştığında [muhtemelen bugünün dolarıyla] bir noktada zirveye ulaştı, ardından istihdamın üretimdeki payı azaldı. Bu düşüş, insanların fabrikalarda çalışmayı bırakıp daha az fiziksel olarak zorlayıcı ve daha fazla eğitim gerektiren hizmet sektörü işlerine geçmesiyle esasen tüm gelişmiş ekonomilerde benzer şekilde seyretti. Yani bu her yerde oldu. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde değildi…”
Başka bir deyişle bu ilerleme, ülkeleri geçinmeye çalışmaktan refaha doğru bir eğride yukarı taşır ve bu arada tarımdan üretime ve hizmet tabanlı ekonomiye geçiş yaparlar. ABD ekonomisinin başarısı, çalışanlarının çoğunun üretim sektöründen ayrılmasına neden oldu. Sonuç olarak, bugün tarım dışı işlerimizin yalnızca %8’i üretim sektöründedir; bu oran 1950’de yaklaşık %30’du. Ferguson’un araştırmasına göre, bunun muhtemelen özellikle otomobil sanayiyle veya diğer ulusların uyguladığı haksız ticaret uygulamalarıyla pek ilgisi yoktu. Muhtemelen bunun nedeni insanların üretim sektöründe iş bulamaması da değildi. Çalışma İstatistikleri Bürosu’na göre, bugün ABD üretim sektöründe yaklaşık 400.000 iş açığı var ve kimsenin buralarda çalışmak için acelesi de yok.
Kişi başına düşen gelir ve yaşam standardı açısından, bir ülkenin diğerlerinin önüne geçip esas olarak bir üretim ekonomisi olarak devam etmeyi beklemesi mantıklı değildir. Bir daha da öyle olamayız. İşte Niall Ferguson’dan daha fazlası:
“Ne sosyal ne de ekonomik olarak 1950’lere veya bu konuda 1910’lara geri dönemeyiz. Bu politikaların Amerika Birleşik Devletleri’nin yeniden sanayileşmesine yol açabileceği bir dünya yok, çünkü bu ülkede üretim yapmak, bunu pratik olarak başka herhangi bir yerde yapmaktan çok daha pahalı…”
Bir hükümetin belirli malların yurt içinde üretilmesi ve belirli endüstrilerin korunması gerektiğine karar vermesi doğru olabilir.
- Bu konudaki en açık örnek, ulusal güvenliğin tehlikede olduğu zamandır. Yabancı tedarikçilere, özellikle de düşman olabilecek ülkelerdeki tedarikçilere bağımlı olmak istemediğimiz için ordumuzun savunma malzemelerini yurt dışından satın almaması gerektiği sonucuna varabiliriz. Daha fazla ikna olmanız gerekiyorsa, Joe Nocera bunu 6 Mayıs’ta The Free Press’te “Korumacılığın Entelektüel Mafyası” başlıklı bir makalede yazdı:
“Amerika’nın üretimini Çin’e bu kadar çok üretimi devralmasına izin vererek güvenliğini riske attığına dair herhangi bir şüphe varsa, COVID bunu ortadan kaldırdı. Bu döneme daha yakından bakıldığında, ABD’nin gemilerini inşa etmek, nadir toprak minerallerine erişmek, yarı iletkenlerini ve kelimenin tam anlamıyla binlerce diğer gerekli ürünü ihraç etmek için Çin’e ihtiyacı olduğu görüldü. Çok açık bir şekilde görüldü. . . Rana Foroohar’ın deyişi ile “İnsanlar sonunda tedarik zincirimizin yüzde 80’inin en büyük stratejik rakibimize taşere edildiği gerçeğinin farkına vardı.”
- Ayrıca, ulusal kimlik için önemli olan ikonik bir endüstriyi korumak için makul bir şekilde bir gümrük vergisi uygulanabilir. İsviçreliler, tıpkı Fransızların şampanya ithalatını yasaklaması gibi, delikli beyaz peynir ithalatını yasaklamak isteyebilir.
- Son olarak, gümrük vergileri, yerli üreticilerini sübvanse etmek ve yabancı şirketlerin kendi pazarlarına erişimini engellemek gibi haksız ticaret uygulamaları uygulayan ülkelere karşı da uygulanabilir. Gümrük vergisi savunucuları, diğer ülkelerin yıllardır böyle şeyler yaptığını ve bunun da büyük bir ticaret açığına yol açtığını iddia ediyorlar.
Hükümetler, serbest piyasanın işleyişine müdahale etmeyi gerektirse bile, bu gibi durumlarda gümrük vergileri koymayı seçebilirler. Sözde Kurtuluş Günü’nden önce duyduğumuz argüman, bu hedeflere ulaşmak için seçici bir şekilde uygulanacak “hedefli gümrük vergileri” içindi. Ancak bu, tüm ülkelerden gelen tüm mallara vergi koymaktan farklıydı. Hükümetler, sonuçlarına katlanmadan her şeyin ülke içinde yapılmasını talep edemez. Gerçekten de, ABD’nin diğer çoğu ülkeden daha büyük ve zengin olduğu düşünüldüğünde, diğer ülkelerden onların bizden alacağından daha fazlasını satın almamız kaçınılmaz değil midir?
Gümrük vergileri, esas olarak, eşdeğer yabancı mallar daha ucuz veya daha kaliteli (veya her ikisi de) olsa bile malların ülke içinde üretilmesini sağlama çabasıdır. Hükümetler bunu, yabancı malları dışarıda tutan veya daha pahalı hale getiren bariyerler inşa ederek gerçekleştirebilir. Bu, yerel endüstrileri ve yerel çalışanları korur, ancak yerel tüketiciler (ve küresel refah) pahasına yapar. Bu serbest piyasaların gerektirdiği ve ekonomik sonuçları dayatan liderlerin görmezden gelmeyi tercih edeceği türden bir takastır.
Vazgeçebileceğimiz Başka Yasalar Var Mı?
Şimdi ekonomi yasalarını yürürlükten kaldırma konusunu bırakıp, seçilmiş yetkililerimizin bunları görmezden gelme isteklerine dair kısa bir yorum yapacağım. İki örnekle bunu açıklayacağım.
İlki mali disiplinle ilgili. Kısacası, ABD hükümeti alışkanlık olarak kazandığından fazlasını harcıyor ve bunun ülkemizde olup biten en kötü şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. Kimse Bilmiyor (Yine) isimli makalemde de belirttiğim gibi, ABD bunu başarabiliyor çünkü dünya bugüne kadar ona özellikle düşük faiz oranlarıyla neredeyse sınırsız kredi verdi. Sonuç, son 45 yılın 41’inde mali açıklar ve son beş yılın hepsinde trilyon doların üzerinde açıklar oldu. Kayınbiraderiniz böyle davransaydı, ona sorumsuz derdiniz.
Ekonomist John Maynard Keynes 1930’larda, bir ekonomi ihtiyaç duyulan istihdamı üretemeyecek kadar yavaş büyüyorsa, hükümetin açığı göze alarak ve sebep olacak kadar harcama yapması gerektiğini söylemişti. Bunu yaparak (harcamalar yoluyla ekonomiye vergilerle aldığından daha fazlasını vererek) ekonomik büyümeyi ve dolayısıyla istihdam yaratmayı teşvik eder. Ardından, refah geri geldiğinde, hükümet bütçe fazla vermeli (aldığından daha az harcama yapmalı) ve borcu ödemelidir. Bugün, her iki partiden ABD politikacıları açığı dikkate almadan harcama yapma alışkanlıklarını sürdürüyorlar. Fazla verme ve borç ödeme hakkındaki kısım ise unutulmuş durumda. Örneğin, 2024 mali yılında, ABD refah zamanında yaklaşık 1,8 trilyon dolar veya GSYİH’nin %6,4’ü kadar bir açık verdi.
Her yıl GSYİH büyümesini aşan bir oranda borçlanmaya ve ulusal borca eklemeye devam edersek, sabit faiz oranı şeklindeki faiz faturası bütçenin giderek daha büyük bir yüzdesini kaplayacak ve gelecekteki açıklara ve borca eklenmeye devam edecektir. Hem faiz faturası hem de borç GSYİH’nin bir yüzdesi olarak bileşik hale gelecektir. Zaten her yıl savunmadan daha fazla parayı faize harcıyoruz. Ek olarak faiz faturası, ister enflasyona ister ABD’nin kredibilitesinin bozulması sebebiyle gelecekte yükselirse ve vadesi dolan düşük faizli borçların daha yüksek faizli bir ortamda değiştirilmesi gerekirse bu fatura daha da yükselecektir. Borcu GSYİH’dan daha hızlı nereye kadar artırabiliriz?
Kimse ne zaman olduğunu söyleyemez, ancak sonunda kredimizin artık sınırsız olmadığı ve faiz oranlarımızın artık o kadar düşük olmadığı bir noktaya ulaşacağımızı varsaymak mantıksız değil. Warren Buffett’ın 3 Mayıs’taki Berkshire Hathaway yıllık toplantısında söylediği gibi:
“Şu anda çok uzun bir süre boyunca sürdürülemez bir mali açıkla yola devam edilyoruz. Bunun iki yıda mı yoksa 20 yıl mı olacağını bilmiyoruz çünkü Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülke hiç olmadı. Ancak biliyorsunuz, bu sonsuza kadar devam edemeyecek bir şey… ve belirli bir noktada kontrol edilemez hale gelme olasılığı da var.”
Buffett’ın da söylediği gibi, bunu düzeltmek kolay olmayacak çünkü kötü harcama alışkanlıkları geliştirdik ve liderler vergileri düşük tutarak seçmenlere yaranmaya çalıştılar. Çözümün sadece iki olası çözümü var: Harcamaları kısmak ve/veya gelirleri artırmak. Kimse daha yüksek vergilendirilmek ve yararlandığı devlet yardımının azaldığını görmek istemiyor. Gereken şey, her yönüyle tatsız olan kemer sıkma politikaları olduğu için, Washington’daki çok az kişi gerçekten bir çözüm arıyor. Başkan Trump, Elon Musk ve Hükümet Verimliliği Bakanlığı aracılığıyla “israfı, dolandırıcılığı ve suistimali” azaltmaya çalıştı ancak potansiyel tasarruflar 2 trilyon dolardan 1 trilyon dolara düştü ve sonrasında da en fazla birkaç yüz milyar dolara düştü. Bu da nispeten önemsiz bir miktar.
Aynı zamanda, Temsilciler Meclisi 2017’de yürürlüğe giren ve bu yıl sona ermesi beklenen vergi kesintilerini uzatacak bir yasa tasarısını kabul etti. Bunları uzatmak açığı, kesintilerin planlandığı gibi sona ermesine izin verilmesi durumunda olacağından önemli ölçüde daha fazla artıracaktır. Ayrıca, yasa tasarısı fazla mesai ücretini ve bahşişleri vergiden muaf tutmak ve yaşlı vatandaşlar için standart muafiyeti artırmak gibi bazı tuhaf gelir azaltıcı şeyler de içeriyor. ABD Kongre Bütçe Ofisi (CBO), yasa tasarısının önümüzdeki 10 yıl içinde açığı toplam 2,4 trilyon dolar arttıracağını tahmin ediyor. Temsilciler Meclisi, Mayıs 2025’te vergileri artırmayan veya harcamaları kesmeyen bir yasa tasarısını nasıl geçirebildi? Her zamanki gibi yanıt, yasa tasarısının -ve özellikle vergi kesintilerinin- ekonomiyi canlandıracağı, açıkların ve borcun GSYİH’nin bir yüzdesi olarak küçülmesine neden olacağının söylenmesiydi. Bu söylemin bugüne kadar işe yaramadığını da eklemeliyim.
Açıklarımızla ilgilenmiyoruz. Anlamlı harcama kesintileri veya vergi artışları uygulamıyoruz. Harcamaların gelirleri aşmaması gerektiği fikri tamamen ortadan kalktı. George F. Will’in 28 Mayıs’ta The Washington Post’ta yayımladığı yazıda belirttiği gibi, ilerici ideolojinin temel taşlarından biri şudur: “Bugünün Amerikalıları, devlet harcamalarını geleceğin Amerikalılarından borç alarak finanse eder.” Bence bu kesinlikle, nadir bulunan gerçek mali muhafazakarlar hariç, Washington’un tamamına rehberlik eden düşünceyi özetliyor.
Aynısı Sosyal Güvenlik finansmanımız için de geçerlidir. Sosyal Güvenlik programımız ödedikçe kullandığınız bir program olarak tasarlanmıştır. Emeklilik fonu gibi maaş ödemesi yapan daha önceden fonlanmış bir sistem değildir. Vergi ödemeleriniz, emekli olan kişilere maaş ödemek için kullanılır ve aynı şekilde, emeklilikteki ödemeleriniz o sırada çalışanların ödediği vergilerden gelir. Geçmişte, emekli olanlara nazaran daha fazla çalışan olduğu için vergi gelirleri yapılan ödemeleri aştı ve fazlalık Sosyal Güvenlik Emanet Fonlarında birikti.
Bugün, sorun Sosyal Güvenlik’e ödeme yapan çalışan sayısının, para çeken emekli sayısına göre düşmüş olmasıdır. Ayrıca, emekliler daha uzun yaşıyor, ancak çalışanlar daha uzun süre vergi ödemiyor. Bu nedenle, gelen vergi gelirleri giden ödemelere göre düşmüş ve gerekli ödemeleri yapmak için yetersiz kalmıştır. Aradaki fark, daha önce birikmiş olan Emanet Fonlarından çekilerek telafi edilir.
Hesap basittir: Emanet Fonlarında x dolar vardır ve Hazine oranlarında faiz kazanırlar. Çalışan ve emekli sayısındaki büyümeyi, maaş ödemelerini ve yaşam beklentilerini tahmin ederek, ekstra bir durum olmaması durumunda Emanet Fonlarının tükeneceği yılı bir miktar güvenle tahmin edebilirsiniz. O yıl 2035’tir. O noktada, (a) Maaş ödemeleri, vergi gelirlerine eşit olacak şekilde kesilmek zorunda kalacak (ve gelirlerin vaat edilen maaşın yalnızca %79’unu ödemeye yeteceği tahmin ediliyor) veya (b) açığın ABD hükümet bütçesinden ödenmesi gerekecek ve bu da açığı daha da artıracaktır. Bu paragraftaki hiçbir şey varsayım değildir.
Bu sorunu çözmek için birçok seçenek var. Bunlar arasında şunlar vardır:
- Sosyal Güvenlik vergi oranını yükseltmek,
- Sosyal Güvenlik vergisinin ödendiği kazanç miktarını düşürmek (mevcut sınır 176.100 dolardır),
- Emeklilik yaşını yükseltmek,
- Emeklilik yardımlarını daraltmak,
- Yaşam maliyeti ayarlamasını azaltmak,
- Emeklinin geliri arttıkça maaşı aşamalı olarak düşürecek gelir bazlı bir test uygulamak.
Sorun şu ki yukarıdakilerin hepsi seçmenler arasında çok popüler olmayacak. Muhtemelen bu nedenle iki siyasi partinin de üzerinde anlaştığı bir konu var: “Sosyal Güvenlikten uzak durun.” Dolayısıyla, bu konu on yıldan uzun süredir ele alınmadı. Böylesine öngörülebilir bir soruna göz yuman biri şirketinizde yönetici olsaydı sonu ne olurdu?
1946 ile 1964 yılları arasında doğan ait olduğum Baby Boomer kuşağının üyeleri, alışılmadık derecede çok sayıda, orantısız derecede zengin ve muhtemelen oy verme eğiliminde ortalamanın üzerindeler. Bu nedenle, 2020 başkanlık seçiminde oyların %38’ini kullanarak önemli bir siyasi etkiye sahipler. Tüm Boomer’lar emekli veya emekliliğe yakın ve hiçbir politikacı onları kızdırmak istemiyor. Bu nedenle, seçilmiş yetkililer Sosyal Güvenliği düzeltmekle ilişkili siyasi bedeli ödemek istemiyorlar. Bu yüzden de erteliyor. Sonuç olarak, Sosyal Güvenlik Fonlarının iflası bundan sadece on yıl kadar sonra gerçekleşecek.
Biraz kendimden bahsedeyim. 70 yaşıma girdiğimde, mümkün olan en geç tarihte emekli maaşı almaya başladım ve şimdi ayda 4.612 dolar alıyorum. Bu çok saçma: Ben ve diğer zengin Boomer’lar Sosyal Güvenlik yardımlarından yararlanmamalıyız. Ulusal borçta olduğu gibi, Sosyal Güvenlikle ilişkili sorunlar da torunlarımıza miras olarak bırakılacak. Bu, son derece dikkatle incelenmesi gereken ama hak ettiği dikkati çekemeyen nesiller arası eşitlik meselesidir.
Seçilmiş yetkililerimiz statükonun sonsuza kadar korunabileceğine inanıyor olabilir veya daha muhtemelen, işler sarpa sardığında görevden ayrılmış olmayı bekliyor olabilirler. Ama kesinlikle gerçekle yüzleşmiyorlar. Washington’daki hem mali açık hem de Sosyal Güvenlikin güvencesizliğiyle ilgili davranışlar bana 20 katlı binadan atlayan adamın hikayesini hatırlatıyor. Bu adam 10. kattan geçerken, “Şimdiye kadar her şey yolunda.” diyordu.
***
İşlev görmelerine izin verildiğinde, ekonomi yasaları yeniliği, üretkenliği ve verimliliği teşvik eden, refah yaratan ve genel refahı artıran teşvikler sağlar. Örneğin, küreselleşme, her ülkenin daha iyi ve daha ucuza üretebileceği şeyleri ürettiği ve bunun sonucunda her yerdeki tüketicilerin kalite ve fiyatın mümkün olan en iyi kombinasyonunun tadını çıkardığı “karşılaştırmalı üstünlüğe” yol açar. Bu süreçte, üretim yapan ülkelerdeki işçiler emekleri için mümkün olan en yüksek ücreti alırlar.
Sigorta şirketlerinin istedikleri gibi faaliyet göstermelerine ve fiyat politikaları izlemelerine izin verildiğinde, piyasa rekabeti mevcut ve adil fiyatlı kapsam açısından mümkün olan en iyi çözümü üretecektir.
Elbette, genel refahı iyileştirmek, tüm bireylerin refahını sağlamaktan farklıdır. Karşılaştırmalı üstünlükten yoksun bir ülkedeki işçiler, tarifeler ve ticaret engelleriyle korunmazlarsa işlerini kaybedebilir veya ücretlerinin düştüğünü görebilirler. Sigorta yaptıranlar, sigorta şirketlerinin primleri sınırlanmadığı için daha yüksek ödeme yapabilirler.
Evrensel refah ve “adaletin” tek yolu hükümetin belli kuralları zorla dayatmasıdır. Ancak bunu yapma çabaları, yukarıda ve Ekonomi Yasalarını İptal Edelim mi? İsimli makalemde açıklandığı gibi hiçbir zaman başarılı olmadı. Sovyetler Birliği için işe yaramadı ve ev sahiplerini Kaliforniya orman yangınlarının ekonomik etkisinden korumayı başaramadı.
Çok daha iyi bir yol ise hükümetlerin piyasaların serbestçe işlemesine izin vermesi ve istenmeyen yan etkilerle başa çıkmasıdır. Örnek olarak, bir güvenlik ağının işlerini kaybeden işçilere gelir desteği ve yeniden eğitim sağlaması, şirketlerin ve ülkelerin uygunsuz, rekabeti engelleyici uygulamalara girmemesinin sağlanması yer alır. Etkileri bu şekilde sınırlamayı seçmek, bir toplumun makul bir şekilde üstlenebileceği maliyetler içerebilir.
Yukarıdakilerin hepsinin özü, serbest piyasa ekonomilerinin mükemmel çözümler üretmediğidir, ancak bunları önemli ölçüde kontrol etme çabası işleri çok daha kötü hale getirir. Herkesi memnun eden bir çözüm olamaz. Ancak, her şey hesaba katıldığında, olabilecek en iyi çözüme ekonomi yasaları ile ulaşılır.
18 Haziran 2025
Çevirinin sonuna geldik.
Her hükümet, vatandaşlarını korumak ve kollamak ister.
Ancak bunu yaparken ekonomik gerçekleri göz ardı etmek, çoğu zaman iyi niyetli müdahalelerin felaketle sonuçlanmasına neden olabilir.
Serbest piyasa mükemmel değildir ama ona alternatif olarak sunulan müdahaleci çözümler genellikle çok daha kötü sonuçlar doğurur.
Howard Marks’ın da söylediği gibi: “Herkesi memnun eden bir çözüm yoktur; ancak olabilecek en iyi çözüme ekonomi yasaları ile ulaşılır.”